Status             Fa   Ar   Tu   Ku   En   De   Sv   It   Fr   Sp  

“Irak Rejiminin Saldırısı ve Görevlerimiz” Adlı Bildiriye İlişkin



Irak Hava Kuvvetleri`nin İran‘ın merkez kentlerini bombaladıktan iki gün sonra 24 Eylül 1980‘de yayınlanmış olan “Irak Rejiminin Saldırısı ve Görevlerimiz” manifestosu, daha doğrusu platformu yaklaşık bir aydan beri toplumun bütün siyasal sorunlarını gölgelemekte olan savaş üzerine temel konumları içermekteydi. Bu manifestoda en özlü ve açık biçimde konumumuzu ifade etmeye ve general hatlarıyla bizim ve komünist hareketin görevlerini belirlemeye çalıştık. Ancak, ne yazık ki çeşitli nedenlerden dolayı 1) genelde komünist hareket, özelde bizim grubumuz açısından sorunun bu özgül belirli biçimde beklenmedik ortaya çıkışı, dolayısıyla yeni görevlerin örgütlenmesine doğru hızlı yönelişte gerekli öznel hazırlığın grup içerisinde yokluğu 2) ajitasyon ve propaganda çalışmasında yoldaşlarımıza yardımcı olacak ve diğer yandan komünist harekette ileri sürülen öteki konumlarla net bir ayrım çizgisi çizmeyi mümkün kılacak biçimde savaş manifestosunun dayanaklarını ve manifestoda tanımlanan görevleri açıklamada ve tanımlamada grubun eleştirilebilecek eksiklikleri- bunlar da kendi bulanıklıklarına (ve de belirsizliklerine) sahip- ve diğer nedenlerden dolayı varolan gücümüz ve yeteneklerimiz sınırlarında dahi etkin biçimde manifestomuzda ileri sürdüğümüz pratik görevleri ele alamadık. Bir dizi broşür yazıldı ancak çeşitli nedenlerden ve soruların formülasyonunda sapmalar ve hatalardan ve sola ve sağa kayışlardan dolayı yayınlanma aşamasına ulaşmadı. Artık gecikmeyle de olsa çalışmamıza yönelik geçerli eleştirileri ve hataları ve eksiklikleri özetlemeye çalışarak bu hataları ve eksiklikleri giderme çabamıza geri dönebiliriz. Şimdiki metinde “Irak Rejiminin Saldırısı . . .” manifestosunun dayandığı temel tartışma noktalarını daha geniş açıklamalarla açığa kavuşturmaya çalıştık.

* * *
İran ve Irak rejimleri arasındaki savaşa ilişkin ileri sürdüğümüz temel nokta, “kapitalistlerin savaşına karşı devrimin savunulması”dır. Bu konumun dayandığı temel ilkeler nelerdir?
Bu sorunu anlamak için İran-Irak savaşının zorunluluğu ve doğasından başlamalıyız. Bu savaşın zorunluluğu ve doğasını değerlendirmede kalkış noktamız Irak ve İran burjuvazilerinin dış politikaları değildir. Ne de Şattülarap su yolu ve Triple adaları [1] üzerindeki eskilerden gelme rekabetleri veya Körfez‘de hegemonyayı ele geçirme vs.dir. Bölgedeki üretim ilişkileri, geçen birkaç yıl boyunca bu ilişkilerdeki somut gelişmeler ve nihayetinde ABD emperyalizminin liderlik ettiği tekelci sermayenin bu bölgede izlediği politikadır. Diğer bir deyişle, biz de savaşı “siyasetin şiddet yoluyla sürdürülmesi” olarak görüyoruz ancak şiddetli sürdürülmesinin bu savaş olduğu siyasetin belirleniminde bölgedeki emek-sermaye ilişkisine ve bu ilişkilerin somut gelişmelerine ve bugünkü aşamada bu ilişkilerde baskın olan koşullara ilişkin tekelci sermaye ve ABD emperyalizminin politikasına bakıyoruz. Bizim görüşümüze göre, (Peykar örgütü gibi) “savaş, siyasetin devamıdır” anlayışından Irak ve İran burjuvazilerinin siyasetlerinde savaşın zorunluluğunu araştırmalıdırı anlayanlar siyaseti diplomasi ve propagandaya havale etmektedir. Bizim bakışımıza göre bu savaş İran devriminin ve sürdürülmesinin yaratmış olduğu duruma ve koşullara yönelik tekelci sermayenin politikasının devamıdır. İran ve Irak burjuvazilerinin eskiden kalma rekabetlerine gerekli bağlamı sağlayan ve pratik bir anlama kavuşturan ve bu özgül konjonktürde ve bu özgül biçimde gerçekleşmesini sağlayan tekelci sermayenin bu temel politikasıdır. Eğer, sınıfların kendi başlarına siyasetlerini oluşturmadıklarını fakat temel ekonomik gereksinimler ve zorunluluklarla bağlantılı olarak onları benimsemeye zorlandıklarını kabul edersek; bölgedeki ekonominin ve ekonomik sorunların emek-sermaye ilişkisi ve ana antagonist sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler ekseninde geliştiklerini ve kendilerini dayattıklarını ve emperyalizm çağında ve tekelci sermaye tarafından açıkça baskı altına alınmış bir bölgede bu antagonist sınıfların proletarya ve (bütün burjuvazinin lideri olarak) tekelci burjuvazi olduğunu kabul edersek o zaman neden siyaset sorununun kendisini bize gösterdiği ilk düzlemde bu ana sınıfların birbirlerine yönelik ve bu özgül konjonktürdeki siyasetlerini incelediğimiz açıklaşmış olur. Diğer bir deyişle, sermaye birikiminin genel gereksinimlerini ve Körfez bölgesindeki işleyişinin yolunu ve başta tekelci burjuvazinin siyasetini incelemeksizin ilkin İran ve Irak burjuvazilerinin siyasetinden söz edemeyiz. Çünkü, bu burjuvaziler temelde tekelci sermayenin hareketinin gereksinimlerine ve zorunluluklarına göre belirlenen koşullarda [sermaye] biriktirmekteler ve kendi ekonomik yaşamlarını ve varoluşlarını yeniden üretmekteler. Dolayısıyla ilk olarak tekelci sermayenin ve emperyalizmin bölgedeki siyasetinin ne olduğunu bilmeliyiz ki o zaman İran ve Irak burjuvazilerinin siyasetine gelebiliriz.
Birileri bunu kabul edebilir ve şöyle söyleyebilir: tamam, bölgedeki emperyalizmin siyasetinden yola çıkıyoruz. Ancak neden, bu siyasetin incelenmesinde İran devrimine o kadar önmeli bir yer veriyorsunuz ki İran-Irak savaşını bu siyasetin İran devrimine yönelik şiddetli sürdürülmesi olarak görüyorsunuz.
Bu soruna yanıtımız açıktır: Körfez bölgesi, İran devrimine kadar kapitalistler için huzur ve istikrar cennetiydi. Bu bölge dünyanın emperyalist bölüşümünde özgül bir bileşeni oluşturuyordu ve (siyasal ve ekonomik olarak) ABD emperyalizminin bölgedeki egemenliği bütünüyle diğer rakipler tarafından kabul edilmişti.
Bu özgül tarihsel konjonktürde Körfez bölgesinin yeniden bölüşümü sorunu sözcüğün gerçek anlamında gündemde değildi ve şimdiki koşullarda diğer emperyalist, saldırgan ve yayılmacı güçler ve devletler bölgedeki nüfuzlarının aşamalı yayılımı ve ABD emperyalizminin koruyuculuğu altında kendilerine bölge ekonomisi ve siyasetinden daha büyük bir pay tahsis etme çabasıyla yetinmektelerdi. ABD emperyalizmi ve bölgede onun korumasındaki tekellerin bu belirli alandaki her siyasal denklemin bir tarafı olduğu kuşkusuzdur. İran ve İran burjuvazisi vahşi Şah rejiminin devrilmesine kadar emperyalizmin Körfezdeki ana üssü olmuştur. Bu, tekelci sermayenin gönüllü bir seçimi değil belirli ekonomik, siyasal ve tarihsel koşulların sonucudur. İran‘ın büyüklüğü, nüfusunun büyüklüğü ve öteki Körfez ülkelerine göre iç pazarının (emek ve meta) hacmi, İran burjuvazisinin bölge jandarması rolünü oynamadaki yeteneği vb. bu özgül alanda ABD emperyalizminin nüfuzunu ve egemenliğini yerleştirmede İran‘ı en uygun ülke yapmaya devam etmektedir. İran devrimi, o kadar muazzam bir devrim ki Şah rejiminin devrilmesi proletarya ve emekçilerin uyanışının prelüdünün yalnızca küçük bir ifadesi olmuştur; her şeyi dokunulmadan bırakamazdı ve bırakamaz. İran devriminin ilerlemesi ABD emperyalizminin İran ve bölgedeki egemenliğini dünyanın emperyalistler arasında yeniden bölüşümü açısından değil fakat emperyalizmin egemenliğinin tam da varoluşu açısından tehlikeye sokmuştur. İran devrimi burjuvazinin farklı katmanları arasında değil fakat ilk olarak ve özde proletarya ve tekelci burjuvazi arasındaki güç denklemini bozdu. Üç yıl önce ve bu zamanlara kadar emperyalizm [hala] İran devrimini bastırmaya çalıştığından, bu devrim ve onun gelişim seyri İran‘da ve bölgede bütün sınıf siyasetlerinin temelidir. Bu nedenle analizimiz de bu gerçeği yansıtmalıdır Dolayısıyla, İran-Irak savaşının (ABD emperyalizminin liderlik ettiği) tekelci sermayenin İran devrimine ve onun ekonomik-sınıfsal sonuçlarına yönelik siyasetinin şiddet yoluyla sürdürülmesi olduğunu vurguluyoruz. İran ve Irak burjuvazilerinin özgül amaçları sorunu bu amaçların tekelci sermayenin siyasetine karşılık gelişini ve sonuç olarak bu iki burjuvazinin emperyalist siyaseti ilerletmenin yürütücülerine dönüşmesi yolunu analiz etmek istediğimizde doğmaktadır. Dolayısıyla şimdiki tartışmada herşeyden önce emperyalizmin politikasının İran devrimine ve bundan kaynaklanan gelişmelere ilişkin ana noktalarını hatırlatmalıyız.
Söylediğimiz gibi, bu özgül konjonktürde emperyalizmin politikasının temeli bölgenin yeniden bölüşümü değil devrim öncesi durumun restorasyonu ve İran işçilerinin ve emekçilerinin devriminin kesin bir yenilgisi bağlamında yeni bir sermaye birikimi devrini başlatmaktır (“Felaket Perspektifi” [2] ekine ve grubun diğer metinlerine bakınız). Önceki durumun restorasyonu, siyasal açıdan İran‘da sınıflar arasında varolan ilişkiler de iki yaşamsal değişimin gerçekleşmesini gerektiriyor: 1) devrimci proletaryanın kesin yenilgisi ve devrim öncesi dönemdeki bütünsel boyunduruk koşullarına dönüşü 2) İran burjuvazisi saflarında tekelci burjuvazinin liderliğinin canlandırılması. Emperyalizmin politikasının bu iki bileşeni ile teoride ve pratikte bu ikisi arasındaki kaçınılmaz bağ hakkında önceden tartışmalarımız olmuştu. (“Burjuva-Emperyalist Karşı-Devrimde İki Kanat” tartışmasına bakınız). İlk değişikliğin baştan itibaren şiddet politikasının benimsenmesini gerektirdiğinden kuşku duyulamaz. Ayaklanmadan bu yana, emperyalizmin baskısı altındaki bir ülke olarak İran‘daki kapitalizmin özsel karakteristiklerini değerlendirmemizde bu noktayı defalarca belirttik. Şimdi, ayaklanmadan iki yıl sonra siyasal gelişmelerin gidişatı ve bu gücün yürütme ajanı olarak devrim karşıtı İslam Cumhuriyeti rejiminin işleyişi bu konudaki herhangi bir kuşku ve bulanıklığı yok etti. Ancak ikinci değişiklik, emperyalizmin tekelci sermayenin liderliğini canlandırması ve tekelci burjuvazinin doğrudan siyasal temsilcilerinin yerleştirilmesi zorunlu olarak, analitik açıdan zorun ebeliğini gerektirmemektedir. Ancak, pratik görüş açısından, İslam Cumhuriyeti rejiminin devrimi bastırmadaki yeteneksizliğinin açığa çıkması bu rejimi tekelci burjuvazinin doğrudan temsilcileriyle değiştirme sürecini hızlandırma ve kolaylaştırmada zorun ebeliğini gerektiren ana etkendir. Ekonomik-siyasal krizin şiddetlenmesi, devrim adına rejimin genış çaplı suçları ve işçilerin ve emekçilerin varolan siyasal durumun tek “eleştirisi” diye liberalizmin (dolaylı yoldan ya da sol harekete nüfuz edişiyle) ortaya çıkışıyla pasifizmin cehennem çukuruna itilmesi, bunların hepsi emperyalist muhalefetin (yenilmiş karşı-devrimle sınırlı olmayan [3]) somut ve muhtemel bir hükümet alternatifine dönüşmesininin temellerini sağlamaktadır. İran-Irak savaşının şiddetlenmesi öncesi son günlerde, emperyalizmin iktidarın bu muhalefete zorla transferine yönelik manevrada bulunması o kadar da olanaksız bir perspektif değildi.
Her durumda bizim için önemli olan ister devrimci proletarya ve emekçi kitlelere karşı, ister burjuvazinin “yeteneksiz” hükümetine ilişkin tavırda olsun zorun dayatılması pratikte kendisini emperyalizminin devrim öncesi koşulların restorasyonu politikasının adım adım mantıksal devamı olarak göstermektedir. O halde, devrimin bastırılması ve hükümetin değiştirilmesi artan ölçülerde, “dışardan” (ülkede aktif olan siyasal güçlerin dışından) saldırıyı emperyalizm açısından uygun ve arzu edilir eylem çizgisi yapmaktadır. İran-Irak savaşı hükümete ve de devrime karşı bu tavrın sürdürülmesinde ve Bahtiyarlar, Palizbanlar ve Üveysiler vs.lerin etkinliklerinin yoğunlaşmasında ve ürkek monarşistlerin amatör darbeleri bağlamında gerçekleşmektedir.
Dolayısıyla “Saldırı . . .” manifestosunda (ikinci madde) Baas Irak rejiminin politikasının içeriğini Irak burjuvazisi açısından savaşın arzu edilirliğinden bağımsız olarak yukarıda bahsedilen iki değişimin kolaylaştırılması ve hızlandırılması, İran devriminin bastırılması ve aynı zamanda tekelci burjuvazinin temsilcilerinin iktidara dönüşü olarak değerlendirdik. Bu iki faktörü gözden kaybetmemenin İran-Irak savaşında bağımsız proleter taktiklerin benimsenebilmesinin gerekli koşulları olduğuna inanıyoruz.- Darbeyle mücadeleye ilişkin önerdiğimiz platformda da bu özsel iki faktörü gözönüne alarak burjuvazinin saflarındaki kaçınılmaz gelişmelere yönelik doğru proleter taktiğin ana noktalarını belirleyebilmiştik.
Ancak, manifestonun sonraki maddelerinde “Saldırı . . .” (No:3 ve 4) İslami rejimin devrim karşıtı rolünü belirterek “devrimin savunulması” ile yalnızca Irak‘a veya Irak‘ın saldırısına karşı savunulmasını demek istemediğimizi özellikle vurguladık.
Savaşın bütününü ve ondan kaynaklanan etkileri ve sonuçları devrime ve kazanımlarına bir saldırı olarak gördük; dolayısıyla özelde savaş örtüsü altında İslam Cumhuriyeti rejiminin anti-demokratik ve baskıcı önlemlerini ele aldık. Kapitalistlerin savaşına, “sonuçta İran devrimini bastırmaya ve yayılmasını önlemeye hizmet eden bir savaşa” karşı gerçek anlamında “devrimin savunulması”nı ifade ettik. Önceden İslam Cumhuriyeti rejiminin her siyasal sorunu, özellikle rakiplerinin kendi varoluşunu tehlikeye sokan sorunları anti-komünist ajitasyonun ve önlemlerin, işçilerin ve devrimci hareketin bastırılması hizmetinde kullandığına tanık olduk. “Saldırı . . .” manifestosunda rejimin hareketleri üzerine söylediklerimiz defalarca şimdiden gerçekleşti ve birçok insan bunlara maruz kalmaktadır. Herkes ülkeyi pratikte sıkıyönetim yasalarının yönettiğine (en azından resmi olmayan ve [dini] kararnameler ve devlet emirleriyle) tanık olabilir ve gözleyebilir. İslam Cumhuriyeti‘nin hangi bahane ve hangi koşulda, yasal örtü altında olmak dahil gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin devrimin kazanımlarına yeni ve durmaksızın süren daha da yeni saldırılarına karşı devrimin savunulması ayaklanma sonrası dönemde proletaryanın politikasının devamıdır. Şimdiki koşullarda belirleyici olan sorunun ciddiliği ve devrimin bastırılması ve kazanımlarının gaspedilmesinde rejimin yöneldiği özgül biçimlerdir ve bizim belli taktiklerimiz de bu kazanımları nasıl savunacağımızı ve bu özgül koşullar altında nasıl genişleteceğimizi belirlemelidir.
Ancak, Irak‘a karşı ve işgal edilen bölgelerde devrimin savunulması kaçınılmaz olarak proletaryayı ayaklanma dönemindeki mücadele biçimlerine itiyor. Irak işgalci paralı askerler ordusunun kumandanlarının Şah, Üveysi, Azhari vs.lerin rejimlerinin askeri kumandanlarından farklı olmadığı ve olmayacağından kuşku yoktur. Burada devrim tam olarak Şah rejiminin ileri sürdüğü ve benimsediği yöntemlerle saldırıya uğrayacaktır ve proletarya, işgal bölgelerinde kitlelerin ruhsal durumunu dikkate alarak Irak saldırısına karşı çeşitli türden zora dayanan direnişi ajite etmeli ve örgütlemelidir. Bu iki direniş biçimi (İslam Cumhuriyeti rejiminin kontolü altındaki bölgelerde ve Irak ordusunun işgal ettiği bölgelerde direniş) gerçek anlamını ancak proletaryanın yegane taktiksel politikası olan devrimi savunma taktiksel politikasının farklı biçimleri olarak kazanır. Savaşa karşı devrimin savunulması, farklı koşullar altında farklı eylemlerde [biçimlerinde] biçimlenmesi ve benimsenmesi gereken tek bir taktiktir. Bu taktiksel politika özde ve temelde devrimci proletaryanın ve komünistlerin gündemine siyasal savunmayı yerleştirmektedir. Amacı, proletaryanın geniş katmanlarında bilinç yükseltme faaliyetlerinin ve komünist örgütlenmenin yayılması ve de emekçi kitleleri proletaryanın önderliğini kabul etmeye çekme ve siyasal iktidarı ele geçirme hedefiyle saldırı politikasını benimsemeye başlayabilmesi için gerekli nesnel ve öznel koşulları hazırlamada uygun ekonomik ve siyasal koşulları koruma ve genişletme olan bir savunmadır. [4]
Bu taktiksel geçiş politikasının (ayaklanmadan şimdiye kadar) İran-Irak savaşının analizinden çıkarsanamayacağı açıktır. “Savunmacılık” (eğer bu “savunmacılık”! ise) komünist hareketin ve devrimci proletaryanın gündemine işçi hareketinin (dolayısıyla kitle hareketinin) bir ayaklanmaya öznel ve nesnel koşullarını hazırlama gerekliliğinden doğmaktadır; gerçekleştirilmesi gereken koşullar ve de bu koşulların ancak devrimin savunulması politikasının benimsenmesi yoluyla devrimin kazanımlarının korunması ve genişletilmesiyle yaratılabileceği gerçeğiyle belirlenmektedir. İran-Irak savaşı proletaryanın taktik politikasını değiştirmemiş fakat yalnızca bu taktiksel politikayı izlemekte belirli taktikleri gerektiren yeni koşullar yaratmıştır. Diğer bir deyişle, sorun savaşa karşı devrimi savunmalı mıyız değil, İran-Irak savaşından doğan yeni koşullarda devrimi nasıl savunmalıyızdır.
Açıktır ki, eğer savaşa karşı devrimin savunulması taktiğini, bütün olarak devrimin savunulması taktiksel politikasının sürdürülmesini göz önüne alırsak, o zaman bu taktiğin İslam Cumhuriyeti rejiminin savunulmasına hizmet ettiği yanılsamasının (veya suçlamasının) yaratılmasına ilişkin herhangi bir kaçamak noktası bırakmamış oluruz. Devrimin İslam Cumhuriyeti`nden olması kadar, hem teoride hem pratikte devrimin savunulması İslam Cumhuriyeti rejiminin savunulmasından çok ayrı ve ona karşıttır. Proletaryanın bakış açısından devrimin savunulması emperyalizmin devrim öncesi koşulların restorasyonu için gereksindiği bu iki temel değişikliğin gerçekleştirilmesiyle mücadele etmesini gerektirmektedir. Proletarya ilk önce sınır içinde ve dışında farklı biçimlerinde ve çeşitli siyasal güçlerinin liderlik ettiği burjuvazinin saldırılarını püskürtmeli ve ikinci olarak tek mümkün bayrak -tekelci sermaye bayrağı- altında burjuvazinin saflarının birleşmesi sürecini önlemelidir. Bu iki değişiklikten birini unutmak kaçınılmaz olarak belirleyici taktiksel sapmaya yol açacaktır.
Komünist hareketin pratiğini çözümleme imkanlarından önce “Saldırı . . .” manifestosu bu sapmaları üç genel veçhede belirtti ve kendisini bunlardan ayırdı. Bugün hareketin sapmaları özellikle “sosyal şövenizm” ve “anarko-pasifizm” biçiminde ortaya çıkmaktadır. İslam Cumhuriyeti`nin devrimi bastırmadaki rolünü gözardı eden (birinci değişiklik) ve doğrudan bu rejimin emperyalist muhalefetle değiştirilmesi sürecini önlemek için ortaya çıkan birincisi devrimi değil fakat pratikte devrim karşıtı rejimin güçlenmesini savunmakta ve proletaryayı zaferin proletaryanın varolan düşmanının kendi üzerindeki tam hakimiyetinden başka bir şey olmayan bu savaşın askerlerine dönüştürmektedir. İkincisi, anarko-pasifistler, devrimi İslam Cumhuriyeti rejimiyle çatışmayla sınırlayarak potensiyel olarak daha tehlikeli gücü, emperyalist muhalefeti göremeyerek ve tehlikeli “ayaklan, ne olursa olsun” taktiğini benimseyerek emperyalist tekellerin bu doğrudan temsilcilerinin iktidara yükselmelerinin temellerini hazırlamaktadır. Yalnızca “devrimin kapitalistlerin savaşına karşı savunulması” taktiği gerçek bağımsız proleter konumun, proleteryanın siyasal iktidarın ele geçirilmesi için muzaffer bir ayaklanmanın zorunlu nesnel ve öznel gerekliliklerini hazırlamasını sağlayan böyle koşulların korunması ve genişletilmesine çağıran konumun ifadesi olabilir. Sosyal şövenizm proletaryayı siyasal iktidar mücadelesinden vazgeçmeye davet ederken, anarko-pasifizm onu biçimlenmemiş, programsız, slogansız, örgütsüz ve kaçınılmaz olarak olgunlaşmamış ve gerçekleştirilemez bir ayaklanmaya çağımaktadır. Bu iki temel sapma biçimine, sosyal şövenizm ve anarko-pasifizme karşı mücadele şimdiki koşullarda oportünizmi reddetmenin özgül ideolojik mücadele alanını oluşturmaktadır.
Ve nihayet, “Saldırı . . .” manifestosu yukarıdaki değinmelerimizi ve bu sayının diğer makalelerini ve olasılıkla gelecek makaleleri dikkate alarak hiçbir bulanıklığın kalmayacağı komünistlerin ajitatif ve örgütsel görevlerinin listesini vermektedir. Yalnızca, görevlerin “a” maddesi hakkında bir noktaya değinmek zorunludur. Savaşın teşhiri bugün temelde insani ve pasifit konumdan (örneğin, Peykar örgütünün teşhiri böyle insani teşhirin açık bir örneğidir) yapılmaktadır. Ancak, biz savaşın burjuva doğasının ve devrim karşıtı hedeflerinin teşhirinden söz ettiğimizde, özde savaşın yıkıcı, yok edici ve kanlı özelliklerinin değil siyasal-sınıfsal yönlerinin teşhirini düşünmekteyiz. Bu elbette ajitasyonun savaştan kaynaklanan zorluklara dayanmayacağı anlamına gelmemektedir ancak bu zorluklar insani bakış açısından eleştirilmemelidir. Savaşın katastrofuna insani bakış açısından yaklaşım, insan bedenlerinin parçalanması, evlerin yakılması, çocukların yıkıntılar altında kalması vs. proletaryayı şiddetli mücadeleden korkutmak, eylemsizliğe ve sessizliğe itmek ve tek sözcükle ruhsal koşullarını devrim öncesi koşullara geri götürmektir. Topların, roketlerin ve bombaların meşru bir savaştada yer aldığını ve olasılıkla böyle bir savaşta iki tarafın açık askeri orantısızlığını göz önüne alırsak yıkım ve yok etmenin ve öldürümlerin ve katliamların daha büyük olacağını göz önüne almalıyız. İran devrimi çok iyi göstermiştir ki proleterya ve devrimci kitleler haklı ve devrimci amaçları yolunda en çetin koşulları üstlenmişlerdir. Savaşın zorlukları ve felaketleri kitleleri Şubat devriminde en büyük devrimci kahramanlığa, fedaya ve insiyatiflere itmiş olan devrimci zihniyetin canlanmasında komünist propagandanın temelini oluşturmalıdır. Kapitalistlerin savaşı savunmasız kitleleri burjuva karşı-devrimci hedeflerin kurbanı yapmaktadır ve biz bu gerçeklikten, geride durmanın ve yaşamda kalmanın kazançlarını değil fakat devrimci bir hedefi olmanın ve bu hedefi savunmanın gerekliliği sonucunu çıkarmalı ve bunu ajite etmeliyiz. Ve tekrar, savaşın burjuva ve devrim karşıtı doğasını yalnızca evlerin yok edilmesi ve yaşamın ve mülkiyetin kaybedilmesiyle bağlantılı olarak değil fakat demokrasi ve sosyalizm mücadelesi yolunda kazanmış olduğumuz siperlerin kaybedilmesiyle ilişkisinde teşhir etmeliyiz.




Mansur Hikmet

Notlar:
[1] Britanya askerlerinin boşaltmasından sonra Şah rejiminin işgal ettiği Körfezdeki üç ada- ed. [2] Şubat 1980de yayınlanan “Felaket Perspektifi ve Devrimin Yeniden Şiddetlenmesi”- ed. [3] Önceki monarşi rejiminin güçleri- ed. [4] Kürdistan`da devrimi savunma proleter politikasının ve Kürdistan halkının devrimci hareketi çerçevesi içinde önceden olduğu gibi şimdiki koşullarda da İslam Cumhuriyeti rejiminin saldırılarına karşı silahlı savunma biçiminde izlenmesi gerektiğini söylemeden devam ediyor. [5] Bessoy-e-Sosyalism No.3 -Ed.

Turkish translation: Ozgur Yalcin
m-hekmat.com #2690tu.html